BİR KOYU KARA HÜZÜN,
EDEP YA HU!
Karanlığa gömülmüş aydınlıklardan sıyırın koyu bencil geceleri de, şu sabah körü titreyip kendine gelsin diye, bir soru çırpınıyor renk körlüğümde; “İnsan ne ile görür ?” Sahi insan ne ile görür? Gözleri ile mi, beyni ile mi kalbi ile mi? Kendini inandırıp, bu sayılanların birinin bir diğerinden farklı olduğunu sandıran sanrıları ile mi yoksa?
Süt içmek için otçul bir hayvanın memesine ağzını dayamış, sıskalıktan kemikleri üzerinde deri olduğu bile zor fark edilen minicik bir Afrikalı çocuğu fotoğrafta resmederken, o resme bakarken ve paylaşırken onu o hale getiren sistemi düşünmek yerine, sırçadan süslü sarayında sanki pek yakında nerede ise kendisi biyo-yakıta dönüşmeye yüz tutmuş o minik çocuğun kendi halinden ibret alması ve değişmesi gerekiyormuş tavırları takınarak, sözde o insanların ilkelliği seçip, geri kaldıkları için buna müstahak olduklarını söyleyerek, düşüncelerini ve bunun neticesi olan hareketlerini meşrulaştıran, hektarlarca yeşil alan üzerine o kirli emperyalist kıtlık halısını yayan ve yine de iyi olanın kendi olduğunu göstermek icin de def-i bela kabilinden inayetlerini dünyanın gözüne yardım ediyoruz diyerek sokan, kalp ve vicdan istikametinden uzaklaşmış, tüketimden açgözlülükten azmış züppe dünyanın mukaddes gösterdiği haddini bilmez biçimsel modernlik ve onun istenmeyen ürünleri kuduruyor yumruktan kalbimde nedense bugün.
Elimde, gözlerimi kısarak, dünyadan bihaberlerin sosyal medya iletişim platformunda çevreye yaydıkları yabancı dille yazılmış mesaja bakıp çantamın içine bıraktığım telefonum, o saniyeden sonra çalsa akordu tutmayan müzik aleti olacaktı benim için, sabahın musikisinde. Toplantı notlarına göz gezdirmek de hiç gelmedi içimden. Dalga köpüklerinde dantel katlara gözleri daldırıp, rüzgârı insanın yüzünde hissetmesi ne güzeldi. Saçlarımı da, baktım yüzümü kapatıyor, güneş gözlüğü ile sabitleyiverdim. Güvertede alt katta pupa yönünde, sürekli pike yapan gri beyaz martılara kepekli ekmek atarak başladı sabahın erken saatleri bende. Denizin dalgası üzeri baharda acaba leylek ve diğer göçmen kuşlar neredeler. Gürültülü çığlıklar atan martılara kandil simidi ikram edenler de vardı. Kadrajda buluta ilişen bir koloninin kanat kıvrımları koreografisini anda görüntüleyecek kadar bataryam da yok. Oysa düşüncelerimin keskin tatlı kıvrımlarında kabulümdekiler bir yanda, hüsn-i talil reddettiklerimde biraz ötede, her şey dengede nasıl kanatlanmaktalar. Deklanşöre basılmıştı aslında.
Gayesi, sabah iş toplantıma gitmek olan Asya yakasından Avrupa yakasına yaptığım seyahat esnasında vapurda tesadüf ettiğim, şairin dediği gibi (NHR) ruhu lordlar kamarası kılıklı, kendince yüksek tabaka, hürmeti hak edecek saygınlıkta, kendisini içinde bulunduğu ortamın sosyal, kültürel, sınıfsal her şartta üzerinde hissettiğini belli eden, öğrenilmiş, edinilmiş ırkçılık ve ayrımcılık kurallarına harfiyen riâyeti aksatmayan, belli ki vapura binmeye de tenezzül etmiş züppe bir kadın; bir anda o iki kıta arasındaki seyahatimi “Afrika boynuzu” üzerine attı.
Zira o avam kadın kendi halinde bir siyahi anne ve kucağındaki minik siyahi çocuğundan cüzamlıdan uzaklaşır gibi, hatta onları iterek kaçıyordu. Bir siyahi bebenin minik ayaklarının süslü çantasına değmesine deli oluyordu. Sanki ortalığa hiç istenmeyen bir koku yayılmış gibi burnunu hareket ettiren cadı, yaptığı hareketi direk yapmanın umuma bu kadar açık ortamda göze batacağının da idrak ve bilincinde olduğundan, bunu, az sonra o çantanın içerisinden bir şeyler çıkarmaya çalışıyormuş gibi, aramak görüntüsü vererek ve de zamana yayarak yapıyor itekliyordu anne ve bebeğini. Kastın daha da görünür hale geldiği an, görüntü beyne ulaştığında, neyse ki etraftaki sağduyu olayın biçimsizliğini farkında idi ve bu farkındalığın sessiz neticesi benim hiddetlenip önceden ya da derhal harekete geçmeme mahal vermeyecek şekilde tezahür etti. Anne ve bebek en sonunda yer değiştirdiler, birileri oldukları kanepede kayıp, anne ve çocuğa yer verdi. Kadının biraz daha ilerisinde oturan başka bir adam da deminden beri izlediği ürpertici manzaraya dayanmamaktan olsa gerek, o da başka bir noktaya attı kendini. Birçok insanla aynı anda göz göze gelmiştik. Kadın koskoca ahşap kanepeye daha rahat kurulup oturabildi. Utanmamıştı. Tek umudum bu hızlı süreçte utanması idi. Herkesin birbirine yakıştırdığı gaflet uykusu ya da örtüsü hali, bana sorsanız, olmasa dahi, insanın kendi yapıp ettiğine tahammül etmeye mecali, utanmak, Allah’ın insana bahşettiği en büyük lütuf en kıymetli mücevher. Oysa daha da yüzsüzleşip hiçbir şey olmamış gibi kaşlarını yukarı kaldırıp arz-ı endam ediyor idi oturduğu yerde. Beddua gibi hayırlar diledim sanki dilimde, mübarek günde. Koyu siyaha zulmeden düşüncenin şerrinde, nar-ı beyza da yanasın iblise özenen kadın e mi diye.
Birkaç kişi arka arkaya sigara yaktı. Belki de zaten içeceklerdi o sigaraları bu bilinmez. O sırada algım dumanların bile kızgın olduğunu düşünmeyi seçmek istiyordu. Çok kısa sürede gelişen hadisede, o anın en büyük iki tesellisi sağduyunun zamanında imdada yetişmesi ve körpecik masumiyetin bunu hatırlayamayacak kadar ufak olması idi. Hastalıklı acuze bir ruhun, ruh durumunu genele mâl edip etnosentrizmde çalkalanan öykülere ya da edepsizlerin ahlak bekçiliğine açmak değil elbet bu yazının ille-i gayesi. Bu hâdisenin düşündürdükleri küçük manevi kusurlar diye geçiştiremeyeceğimiz ardışık sinsi bir ötekileştirici dışlayıcı, imtiyaz tutkunu zihinsel bozukluk, zihniyet ve onun beraberinde getirdiği arsız davranışları sorgulamak olabilir olsa olsa.
Gözlerimi kapatınca, hukuk üstü müdahaleler ve “bağımsız ön yargı” çağında kademelerin renkten renge üstünlüğü ve alçaklığı üzerine kurulu “Dünya”yı görüyorum, kristal kürede. Ar damarı kristal küreyi bile çatlatmış, müneccim değilim görüyorum işte. Gördüklerimi susmak için mühürlesem dudaklarımı, kalbim mühürlenecek diye korkarım çoğu zaman.
Haksızlığın pençesinde can çekişenleri, dökülen kanları umursamayıp yer aldığı safta sürekli diğerini dışlayarak demagoji üretenler, sınıf atlayabilmek ve böbürleneceği daha lüks bir hayata geçebilmek, masum küçük ayakları itekleyerek uzaklaştırabilecek daha süslü çantalar alabilmek icin para baronlarına secde edenler, iflasa giden ülkelerin puanlarını sözde yukarı çeken, kredi derecelendirme kuruluşuna yüzyıllardır el etek kaptıran dünya milletleri ve Dünyanın ileri demokrasiden bahseden bütün kıytırık gericileri, onursuz yaşam biçimi dayatıcıları, yeni oy tabanı yaratmak için her gün yeni bir çakma şarlatanlık peşinde koşanlar, yırtıcı emperyalistlerin yerli işbirlikçilerini silahlandırmak sureti ile katlettiği mazlum halklar, hakkı batıl ile, mazlumu masum ile yer değiştirmek suretiyle, isminden dolayı gördüğü itibara istinaden olmamışı olmuş gösteren yüz kızartıcı medya kanalları, insanları metafizikte, büyüde falda üfürenler, ölümsüz güzellikte, para-psikolojik alemlerde piş pişleyen fikir önderiyiz diye kasılan hurafe kumkumaları, haksızlıklara isyan ederken askeri darbelerin meşruluğuna sığınanlar, sıfırın altı sorun yaratıcıları ile komşuya kül taşıyanlar, öğretmenine doktoruna dayak atan ilkeller, var gücü ile aralıksız dekoratif yalanlar uyduranlar hepsi küremin üzerine oturmuştu sanki. Oysa yolda başka şey düşünecektim zihnimin tablet bilgisayarı ve yüzünü adamakıllı akıllanmaya dönen akıllı tahtasında. Vapur yanaştı. İskele verildi üç kıtada bir yolculuk burada bitmişti. İçimde bir koyu kara hüzün karaya ayak bastım. Kaldırımda hüzün, adımlarda hüzünkoyun yatıyordu gölgeler. Kıyıda da martı çığlıkları göğüs kafesimde bir hıçkırık idi, vapur, düdüğünü çalmadan.
H.Çiğdem Yorgancıoğlu
24.05.2012
Comments